Muhammed Mursi’nin iktidardan düşmesiyle beraber geçen yıl Müslüman Kardeşler hükümetine 2 milyar dolar yardım sözü veren AKP hükümeti önemli bir müttefiğini kaybetmiş bulunuyor.
Reuters’in haberine göre Adli Mansur’un atanmasıyla Birleşik Arap Emirliği, Suudi Arabistan ve Kuveyt Mısır’daki değişikliği tanıdılar ve onayladılar. Filistin’de Müslüman Kardeşler’le bağları olan Hamas’a rakip El Fetih lideri ve Filistin devlet başkanı Mahmud Abbas Mısır ordusunu överken, Hamas’tan Mısır halkı için dualar eden sönük bir açıklama geldi. Suriye konusunda Mursi hükümetiyle düştüğü anlaşmazlığa rağmen kendisini Tahran’da ağırlayan İran mesafeli bir açıklamayla Mısır’ın dış müdahaleye karşı bağımsızlığını koruyacağına dair inancını dile getirdi. Irak Mısır halkının yanında olduğunu açıklarken, Suriye Mısır halkının çoğunluğunun Mursi’yi reddettiğini ifade etti. İsrail ise Mursi sonrasında Kahire’yle ilişkilerini tekrar düzeltmeyi amaçladığını belirtti. Kuşkusuz en önemli tepki Müslüman Kardeşler’e çok ciddi destek sağlayan Katar’dan geldi.
Müslüman Kardeşler’in ruhani liderlerinden Yusuf el Karadavi’yi barındıran ve El Cezire televizyonunda yayın olanağı sağlayan Katar Mısır’daki yeni yönetimi tanıdı. Bu değişiklik belki de daha on gün kadar önce yeni Emirin başa geçmesinin bir sonucu olarak değerlendirilebilir. ABD ve Avrupa Birliği endişelerini dile getirir ve demokrasiye en kısa zamanda dönme çağrıları yaparken, her ikisi de yaptırımlardan kaçındı. Obama yönetimi, İsrail’den sonra en büyük yardımı alan Mısır’a yasal açıdan yardımı kesmek zorunda kalmamak için yönetim değişikliğini darbe olarak nitelemekten kaçındı. Mursi’ye destek Mısır’ın üyeliğinin askıya alınabileceğini ilan eden Afrika Birliği, Tunus’taki Ennahda hükümeti ve AKP hükümetinden geldi.
Bu tablo bir yandan Mursi’nin uluslararası desteğini yitirdiğini ortaya koyarken diğer yandan AKP hükümetinin bölgesel politikasında izole olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu gösteriyor. Mursi’yi meşru lider olarak tanıdığı sürece Türkiye’nin Mısır’la ne düzeyde ve nasıl bir ilişki kurabileceği bir muamma. Ancak Katar’da, İran’da ve Mısır’daki eş zamanlı hükümet değişikliklerinin bölgesel siyasette önemli etkilerinin olacağı ve AKP hükümetinin bunlara uyum sağlamak zorunda olduğu aşikar. Daha bu değişimler ortaya çıkmadan hükümetin stratejik doktrini Reyhanlı’da önemli bir darbe almıştı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabında açıkladığı üzere hükümetin temel stratejisi Türkiye etrafında bir nüfuz bölgesi kurarak ve bu bölgeyi bir tampon kuşak olarak kullanarak etnik ve din temelli çatışmaları ülke sınırlarının ötesinde karşılamaktı. Bu anlayışa göre “edilgen ve içe kapalı” olarak nitelenen ve cumhuriyetin halktan kopuk (Kemalist okuyunuz!) diplomatik kadrolarına dayanan stratejik zihniyet, çatışmaların hüküm sürdüğü Ortadoğu’da Türkiye’nin güvenliğini sağlayamazdı ve bölgesel çatışmalar Türkiye’ye sıçrardı. Buna karşı halkın değerleriyle ve tarihiyle barışmış (AKP okuyunuz) bir stratejik zihniyet, etkin bir şekilde bu çatışmalar Türkiye’ye sıçramadan onları sınırların ötesinde etkisiz hale getirebilir, Türkiye’nin içindeki çatışmaları böylece sınır dışına deplase edebilirdi. Lakin bu kuramsal strateji pratikte iflas etmişe benziyor. 30 yıllık bir çatışma barış sürecine girerken ve Türkiye’de barış için geniş bir toplumsal talep ve oydaşma ortaya çıkarken, hükümetin bölgesel politikaları Suriye’deki çatışmayı ülke içine taşımış ve son dönemin en trajik terör saldırısı Reyhanlı’da gerçekleşmiştir. Bölgesel siyasete uygun geliştirilen Sünni vurgulu siyasi söylem Alevi yurttaşların güvenlik kaygılarının artırmış ve ülkede mezhepsel bir kutuplaşma tehlikesi yaratmıştır.
Bu aşamada hükümetin önünde kaba hatlarıyla iki seçenek bulunmaktadır: Birinci seçenek olarak bölgedeki yalnızlığını gidermek ve ittifak tazelemek adına hükümet Sünni vurgusunu devam ettirebilir. Ancak bu yaklaşımın bölgedeki siyasi ve toplumsal dinamikleri okumaktan uzak olduğu, hükümetin manevra alanını giderek daralttığı, gerek bölge gerek bölge dışı aktörler tarafından bir istikrarsızlık unsuru olarak değerlendirildiği ve giderek ideolojik bir saplantıya dönüştüğü aşikardır. Mursi’nin bir darbeyle uzaklaştırıldığı doğrudur. Ancak bu darbenin amacının Mübarek’i indiren kalabalıklardan misliyle kalabalık bir halk kitlesinin önünü almak için yapıldığı gözlemlenmektedir. Bu anlamda Mısır’daki devrimci dalga bitmemiştir ve muhtemelen darbeye rağmen önümüzdeki süreçte devam edecektir. Sünni dayanışması adına Müslüman Kardeşler’i kayıtsız şartsız desteklemek Mısır’da sokaklara çıkan milyonların taleplerini ve siyasi iradelerini gözardı etmek olacaktır. Diğer yandan, Sünnilik üzerine vurgu yapan söylemler Türkiye’de başta Alevi yurttaşlar olmak üzere kendi yaşam tarzlarına her türlü dayatmayı tehdit olarak algılayan geniş kesimlerin güvensizlik duygusunu besleyecektir.
İkinci seçenek, Türkiye’deki tüm yurttaşların güvenliğini ve esenliğini esas almak ve dış politikaya yön veren çıkar ve ilkeleri bu kamu yararı üzerine bina etmektir. Bu açıdan Türkiye’nin güvenlik ve dış politikasının merkezine barış sürecinin selameti oturtulabilir. Malesef bugüne kadar hükümete yakın çevreler barış sürecinin Türkiye’nin bölgesel nüfuzunu nasıl artıracağına vurgu yapmışlardır. Ancak bu ilişki tam ters şekilde kurulmalı. Türkiye varolan bölgesel etkisini barış sürecini ilerletmek ve süreci sekteye uğratabilecek gelişmelere engel olmak için kullanmalı. Bu bağlamda ikinci seçenek hükümetin bölgesel politikasını baştan aşağıya değiştirmesini ve stratejik hedefinin merkezine bölgesel hegemon olmaktan ziyade ülkedeki barış ve yurttaşların selametini koymasını gerektirmektedir. Demokratik bir işleyişte halka karşı siyasi sorumluluk taşıyan bir hükümetin yapması gereken de budur.