Ana SayfaGenelManşet

“Amerika ordularıyla gelsin bizi kurtarsın”.Bir gazetecinin muhaliflerle yaptığı röportaj.

Adsiz_1371198927

El Nusra Cephesi: Allah Türklerden Razı Olsun

Taraf gazetesi yazarı Amberin Zaman, Suriye sınırına giderek muhaliflerle görüştü. Urfa’nın Ceylanpınar ve Akçakale ilçelerine giden Zaman’ın izlenimleri hükümetin Suriye’deki El Nusra Cephesi’yle işbirliği yaptığı iddia edilen Ahrar el Şam Grubu mensubu Abu Musaab isimli militanın Zaman’a söyledikleri de ilginçti: “Çok geciktiler. Amerika saldırmazsa Esed gitmez. Gelmelerini istiyoruz. Türkler de gelsin. Sadece hava saldırısı yetmez ordularıyla gelsinler. Bir an evvel kurtulalım.”

İşte Amberin Zaman’ın izlenimleri:

Amerika’nın Suriye’ye olası müdahalesine Suriyeli muhalifler nasıl bakıyor? Türkiye silahlı muhaliflere eskisi kadar yardım ediyor mu? Kürtler ile süren çatışmalarında muhaliflere destek oluyor mu? Bu soruların yanıtlarına aramak üzere Suriye sınırına sıfır noktada bulunan Urfa’nın Ceylanpınar ve Akçakale ilçelerine gittim. Ceylanpınar’da başlayan dedektiflik faaliyetlerim beni ilk etapta Devlet Üretim Çiftliği’nin (TİGEM) misafirhanesine götürdü. Aldığım duyumlara göre misafirhaneye girmek neredeyse imkânsızmış. Zira sınıra çok yakın mesafede bulunan misafirhanede muhalifler kalıyormuş. Suriyeli savaşçılar misafirhanenin tam karşısına denk düşen Kürt savunma güçlerinin (YPG) epeydir ele geçirmeye çabaladığı Tıl Halef köyüne TİGEM arazisi üzerinden gidip geliyorlarmış. Yaralıları da bu yol üzerinden Türkiye’deki hastanelere taşınıyormuş.

“AMERİKA SALDIRMAZSA ESED GİTMEZ”

Araya nüfuslu birini koyarak misafirhanede bir gece kaldım. Drakula’nın şatosunu andıran loş ve sessiz konukevinde dışarıda uçuşan yarasa ve güvercinler dışında herhangi bir canlı göremedim. Duyumlar balon çıktı. Bu kez yaralılara ilk müdahale yapıldığı söylenen Akçakale’nin yolunu tuttum. Ve şansım birden açılmaya başladı. İlk durağım Akçakale Gümrük Kapısı’ydı. “Muhtar” lakaplı biri beni gümrükten geçirip Suriye Kapısı’na kadar götürdü. Karşılaştığım manzara içler acısıydı. Binlerce Suriyeli demir parmaklıkların arkasına yığılmış, umutsuz bakışlarla Türkiye’ye geçmeyi bekliyorlardı. Bu kaos ortamında aralarından bazıları kamyonların geçişi için kapıların açıldığı anlarda Türkiye’ye ile Suriye’yi ayıran ara bölgeye atıveriyorlardı kendilerini. Kimileri kapıyı tırmanarak geçmeyi başarıyordu. Muhtar beni El Nusra Cephesi’yle işbirliği yaptığı iddia edilen Ahrar el Şam Grubu mensubu Abu Musaab adında bir savaşçıyla tanıştırıyor. Abu Musaab’a Amerika’nın olası müdahalesi konusunda ne düşündüğünü soruyorum. Yanıtı şöyleydi. “Çok geciktiler. Amerika saldırmazsa Esed gitmez. Gelmelerini istiyoruz. Türkler de gelsin. Sadece hava saldırısı yetmez ordularıyla gelsinler. Bir an evvel kurtulalım.”

Türkiye size yardım ediyor mu, diye sorduğumda ise “Allah razı olsun Türklerden başka yardım edenimiz yok,” diyor Abu Musaab. “Türkiye sizlere silah veriyor mu” diye soracak oluyorum ama Muhtar’ın ekşiyen suratı karşısında susmak zorunda kalıyorum. Peki, yaralı savaşçılar? Sorumun cevabı Muhtar’dan: “Her gün geliyorlar. Akçakale Devlet Hastanesi’ne git, bulursun.” Gidiyorum. Hastanede görevli güvenlik memuru yaralıların geldiğini ancak Urfa’ya sevk edildiklerini söylüyor. O da nerdeyse her gün yaralıların geldiğini teyit ediyor. Urfa’ya gidiyorum. Urfa’da “500 yataklı” devlet hastanesine vardığımda ikinci katta aradığım yaralı muhalifleri buluyorum. Çoğu genç. Ve çoğu bacağından yaralanmış. Ama hiçbiri konuşmak istemiyor. Çatışmada mı yaralandınız, diye soruyorum. Donuk bakışlar ve duvar gibi sessizlik ile karşılaşıyorum. Bir kaç denemeden sonra pes ediyor ve Acil’e gidiyorum. Gözetim odasına ayak bastığımda aralarında askerî giysili olan bir grup erkek kısık sesle konuşuyorlar. “PKK vurdu, Bixi’yle. Durumu çok kötü,” diyor birisi. Sedyede uzanmış bacağı sarılı bir genç adama işaret ediyor. Gruba yaklaşıyorum. Türkçe konuşan kısa boylu bir adama soruyorum. “Hür ordudan mısınız?” “Ben değilim ama onlar öyle,” diyor. Adı Yasin Doğan ve Akçakaleli. Yaralı gencin durumu ağır. “Üç gündür burada yatıyor hiç kimse ilgilenmiyor,” diye yakınıyor Doğan. “Sonunda bacağı kesilecek.”

EN GÜZEL SİLAHLAR NEREDEN GELİYOR?

Yaralı gencin adı Muhammet Kahil. 29 yaşında. Humuslu. El Faruk Tugayı’nda savaşıyor. PKK dedikleri aslında YPG. İsminin “Mehmet” olduğunu söyleyen bir diğer savaşçı YPG’ye karşı savaştıklarını teyit ediyor. Geçtiğimiz aylarda YPG’nin ele geçirdiği Serekaniye’den . Yani Kürt. Adını duymadığım Liva el Meşal saflarında savaşıyor. “Onlar da Kürt, onlar da Müslüman, bir Kürt olarak Kürtlere karşı neden savaşıyorsunuz,” diye soruyorum. “Çünkü onlar Esad’la işbirliği yapıyor,” diyor Mehmet. “Serekaniye’yi kaybettiniz. Sanırım sırada Tıl Halef var,” diyorum.

“Türkiye buna izin vermez,” diyor Mehmet. Klasik soruyu yöneltiyorum: Türkiye size silah veriyor mu? “Azar, azar, serumla,” şeklinde yanıtlıyor Mehmet. İsminin gizli tutulmasını isteyen ve üniformasında “Suriye İslami Kurtuluş Cephesi” yazan adam “En güzel silahlar Fransa ve Suudi Arabistan’dan geliyor, G3 filan,” diyor. Ve ekliyor: “Uçaklarla geliyor. Türkiye de yardım ediyor. Yaralıları sınırdan alıyor ambulanslarla hastanelere taşıyor.” Devlet yetkilileri mi yapıyor bunu, diye soruyorum. “Evet” cevabı alıyorum. Doğan araya giriyor. “Ben de taşıyorum” diyor. Ve hikâyesini anlatmaya koyuluyor. “Bir yıldır Hak yolundayım. İşimi gücümü bıraktım bu zavallılara yardım ediyorum. Son bir haftada 14 yaralı taşıdım. Mitsubishi minibüsüm var. Onunla taşıyorum. Cenazeleri de taşıyorum. Burada hastanede rahmete kavuşanları. Tek kuruş almıyorum. Cennete gitmek istiyorum. Yedi çocuğum var. İkinci bir eş alıp yedi tane daha yapmak istiyorum. Bana hepsi ‘Osama bin Ladin’ derler.” Neden, diye sorduğumda bu kez “Benim Jabat al Nüsra, benim” diyor gülerek.

Onlar barbarca davranıyorlar, diyerek itiraz ediyorum. “Hayır, onlar sadece rejim askerlerinin kafalarını kesiyorlar, çok temiz adamlar, çok iyi savaşıyorlar,” şeklinde El Nusracılar’ı savunan Doğan cep telefonundan muhaliflerin askerî eğitim görüntülerini gösteriyor. Tıl Halef’te çekilmiş. “Biz Sünni’yiz Müslümanız, PKK’lılar Ermeni, biliyorsunuz değil mi” diye soruyor. “Cenazelerinden belli oluyor,” diye ısrar ediyor. Konuyu değiştiriyorum: Devlet bu gayretlerinizi takdir ediyor mu?“Yeterince değil. Urfa milletvekilleri hele en ufak yardımları yok. Bu insanlar nasıl perişan. Urfa, Akçakale, yaralılarla dolu. Bir hastaneden bir hastaneye atılıyorlar futbol topu gibi. O diyor ona, öbürü diyor öbürüne git. Tayyip Erdoğan talimat verdi bunlara iyi bakılsın diye ama kulak asan yok.”

Konuşmamıza zayıf  bir genç katılıyor. Adı Ayman Muhammed. 30 yaşında.İdlibli. Yedi aydır annesi ve ablasıyla birlikte Urfa’daki konteynır kampında yaşıyormuş. Gayet iyi İngilizce biliyor. Dubai’de çalışmış. “El Nusracıları tanısanız onlara dokunsanız iyi olduklarını anlayacaksınız,” diyor çekingen bir ifadeyle. “Onlara dokunsam herhalde kellemi uçururlar” dediğimde ise gülüyor. “Yok,” diyor. “Onlar temiz insanlar.” Muhammed’i dinledikçe Batılıların Suriye’de “ılımlı” “radikal” sınıflandırmaları ne kadar boş diyorum içimden.

Odaya hemşire giriyor. “Buna yemek verin, bol bol et yesin, protein yesin,” diyor sedyesinde uyuyan Kahil’e yaklaşarak. “Hadi pansuman zamanı” diyor ve sedyeyi dışarı sürüyor. Ve sohbetimiz böylece son buluyor.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

CAPTCHA (Şahıs Denetim Kodu) Resmi

*

Başa dön tuşu